26 Kasım 2014 Çarşamba

HESAPLARDA BİR KURUŞ OYNUYOR

Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen anlatıyor:

İsmet İnönü bir gün yorgun ve sinirli bir halde Çankaya'ya çıkar.

Kahveden sonra Atatürk, İsmet İnönü'ye sorar: 

- Hayrola İsmet? Sende bir fevkaladelik var bugün. Ne oldu? Neye sinirlendin?


- Türk Hava Kurumu'nun toplantısı vardı da...

- Eee, ne olmuş varsa?

- Fuat beyi (THK Başkanı) epey terlettim... İstifaya falan kalktı.

- Çalışkan çocuktur Fuat... Kurumu da iyi yönetiyor.

- Bunlara bir diyeceğim yok... Fakat canımı sıkan bir şey oldu.

- Neymiş o?

- Hesaplarda bir kuruş oynuyor.

- Bir kuruş.

İnönü:

- Daha önceki toplantıda dikkatimi çekmişti... Bu bir kuruşun nereye gittiğini öğrensinler diye talimat vermiştim. Bulamamışlar... Fuat beyin hassasiyetini anlıyorum... Ama milletimiz ondan daha hassastır... Verdiği paranın nereye gittiğini mutlaka bilmek ister... İstifa bu gibi hallerde en kolay çıkar yoldur... Ama kimseyi rahatlatmaz... Hatta söylentilere bile sebep olur.

Atatürk:

- Demek mesele bu... Bir kuruşun hesabı seni bu kadar üzdü... Haklısın... Kırk para (bir kuruş) günün birinde 40 lira, 40 lira da 400 lira olur... Bu da giderek büyür halkın ağzında... Cumhuriyet'i kurarken böyle bir kuruşlara çok ihtiyacımız oldu.. Peki ne yaptın sonunda?

İnönü:

- Memurları seferber ettim... Ve bir kuruşun yanlışlıkla başka bir hesaba geçirildiğini bulup, çıkarttırdım... Bizim milletimiz cömerttir, elindekini, avucundakini verir... Ama verdiğinin doğru, dürüst yerlere harcandığını görmek ister... Buna inanmak ister.



KAYNAK: Atatürk'ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Sabiha Gökçen, Türk Hava Kurumu Yayını- 1982)

26 Ağustos 2014 Salı

26 AĞUSTOS 1922 BÜYÜK TAARRUZ

Gazi Mustafa Kemal Büyük Taarruzu "Nutuk" da şöyle anlatır :

"20/21 Ağustos 1922 gecesi 1. ve 2. Ordu Komutanlarını da Cephe Karargahına çağırdım. Genelkurmay Başkanı ile Cephe Komutanını da yanımda bulundurarak, taarruzun nasıl yapılacağını harita üzerinde kısa bir savaş oyunu şeklinde açıkladıktan sonra, Cephe Komutanına o gün vermiş olduğum emri tekrarladım. Komutanlar harekete geçtiler. Taarruzumuz strateji ve aynı zamanda bir taktik baskın halinde yürütülecekti. Bunun gerçekleştirilebilmesi için de kuvvetlerin yığınak ve hazırlıklarının gizli kalmasına önem vermek gerekiyordu. Bu sebeple bütün yürüyüşler gece yapılacak, birlikler gündüzleri köylerde ve ağaçlıklar altında dinleneceklerdi. Taarruz bölgesinde, yolların düzeltilmesi vb. çalışmalarla düşmanın dikkatini çekmemek için diğer bazı bölgelerde de benzeri yanıltıcı hareketlerde bulunulacaktı. 

24 Ağustos 1922'de karargahımızı Akşehir'den, taarruz cephesi gerisindeki Şuhut kasabasına getirttik, 25 Ağustos 1922 sabahı da Şuhut'tan savaşı idare ettiğimiz Kocatepe'nin güneybatısındaki çadırlı ordugaha naklettik. 

26 Ağustos sabahı Kocatepe'de hazır bulunuyorduk. Sabah saat 05.30'da topçu ateşimizle taarruz başladı. 

Efendiler 26/27 Ağustos günlerinde, yani iki gün içinde, düşmanın Karahisar'ın güneyinde 50 ve doğusunda 20, 30 km uzunluğundaki müstahkem cephelerini düşürdük. Yenilen düşman ordusunun bütün kuvvetlerini, 30 Ağustos'a kadar Aslıhanlar yöresinde kuşattık. 30 Ağustos'ta yaptığımız savaş sonunda (buna Başkomutan Muharebesi adı verilmiştir)düşmanın ana kuvvetlerini yok ettik ve esir aldık. Düşma ordusunun Başkomutanlığını yapan General Trikopis de esirler arasına girdi.  Demek ki tasarladığımız kesin sonuç, beş günde alınmış oldu.

31 Ağustos 1922 günü ordularımız ana kuvvetleriyle İzmir'e doğru yol alırken, diğer birlikleriyle de düşmanın Eskişehir ve kuzeyinde bulunan kuvvetlerini yenmek üzere ilerliyorlardı.......

.......

Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle sonuçlandırılmış olan bu harekat Türk Ordusunun, Türk subay ve komuta kademesinin yüksek kudret ve kahramanlığını tarihe bir kez daha geçiren muaazzam bir eserdir. 

Bu eser, Türk Milletinin hürriyet ve istiklal düşüncesinin ölümsüz bir abidesidir. Bu eseri yaratan bir milletin evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan, mutluluk ve bahtiyarlığım sonsuzdur."


KAYNAK : M. Kemal ATATÜRK, NUTUK 

18 Ağustos 2014 Pazartesi

MEHMETÇİKLE GÜREŞ

Tahsin Uzer anlatıyor:

Bir seyahatinde kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve iltifat etti. Sordu :

-Sen güreş bilir misin?

Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker daima galip geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı. Ceketini çıkarıp Mehmet'e el ense tuttu.

-Hadi bir de benimle güreş!

Saf ve temiz Anadolu çocuğu Atasının yüzüne hayranlıkla baktı :

-Atam, dedi. Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Ben mi getireceğim?

Atatürk'ün gözleri doldu. ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.


KAYNAK : Halkı ile İç İçe Atatürk, Dr. Zafer KOYLU

10 Ağustos 2014 Pazar

MUSTAFA KEMAL VE LATİFE HANIM NİKAH TÖRENİ

BEYAZ KÖŞKTE NİKAH

İzmir Kadısı Rahmetullah Efendi 29 Ocak 1923 akşamı Beyaz Köşke girerken başına geleceklerden habersizdi. Uşakizadelerin bir çay davetine çağırıldığını sanıyordu. Ama işin aslını kapıda Başyaver Salih'ten öğrendi. Davetin asıl nedeni Gazi Hazretlerinin nikahıydı ve nikahı da kendisi kıyacaktı. Kadı şaşırdı, çünkü o güne dek dini nikahlar hep perşembe günleri kıyılırdı, oysa o gün günlerden pazartesiydi. Nikahın kıyılacağı odayı görünce ikinci şoku yaşadı.Kadınlı erkekli bir grup, oturmuşlar, nikahın başlamasını bekliyorlardı.Kadı :

-Burada mı, kadın erkek bir arada mı? diye sordu.

-Emir böyle, dediler.

Bu Türkiye'nin ilk alafranga nikahı olacaktı.

Kadı, Latife Hanım'ın şahitleriyle bekleye dursun, asıl faaliyet nikahın yapılacağı büyük salonda sürüyordu.

Ortaya uzun bir masa kurulmuş, etrafına çepeçevre sandalyeler dizilmişti. Nikah bu odada kıyılacaktı.

Mustafa Kemal'in şahitleri olan Fevzi ve Kazım Paşalar tören üniformaları içindeydiler. Mustafa Kemal ise lacivert, kruvaze bir elbise giymiş, üzerine kırmızı bir kravat takmıştı.

Latife Hanım'a gelince , o üst katta heyecan içinde son hazırlıklarını yapıyordu. Kız kardeşleri, halaları ve teyzeleri yanındaydı. Gelinliği sade, füme bir elbiseden ibaretti. Saçlarını mor bir eşarpla örtmüştü. Eline mor eldivenler takmıştı. Az sonra bu genç kız, 42 yaşındaki, Türkiye'nin en kudretli adamıyla evlenecekti.

Albay asım o gün yaşadıklarını şöyle anlatıyor :
" Nikahın kıyılacağı kapının önünde Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşayla beni durdurdu.' Ben bu töreni başka türlü yapmak istiyordum' dedi, ' Latife'yi bir ata bindirecektim. Ben de bir ata binecektim. Sonra 'haydi' deyince atlarımızı mahmuzlayıp kaçıracaktım onu... Ama galiba savaş bizi ihtiyarlattı. Beceremem diye korktum.' "

Bu evlilik o hafta bütün Avrupa basınına haber oldu. Film ekipleri yeni evli çiftin görüntülerini çekip yayınladılar. Filmlerde " Bayan Kemal'in" Paris'te ve Londra'da eğitim gördüğü, kadın haklarının kararlı bir savunucusu olduğu ve peçe takmadığı özellikle vurgulanıyordu.

Gazetelerse Kemal Paşa ve eşinin çağdaş bir ülke kurma konusundaki kararlılıklarını anlatıyorlardı.


KAYNAK :
Can DÜNDAR, Gölgedekiler,

6 Haziran 2014 Cuma

II. DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA TÜRKİYE’NİN YUNANİSTAN’A İNSANİ YARDIMI

II. DÜNYA SAVAŞI YILLARINDA TÜRKİYE’NİN YUNANİSTAN’A İNSANİ YARDIMI

1941 yılında Almanya’nın Yunanistan’ı işgal etmesinden sonra bu ülkeye yardım gönderebilecek tek devlet, süren savaşta tarafsız kalan ve Almanya ile krom madeni ihracı dolayısıyla ayrıca özel ilişkileri bulunan İsmet İnönü liderliğindeki Türkiye idi.

Türkiye, Alman işgali altına giren Yunanistan’da halkın çok büyük sıkıntı içine düşmesi üzerine, Türk Kızılay’ı tarafından gerekli yardım maddelerinin toplanması hazırlıklarını hızlandırmış, öte yandan, Yunanlılara yardım yapmak isteyen ancak bunu Türkiye üzerinden gerçekleştirebilecek olan İngiltere ve onun Kızılhaç’ı ile Türk Kızılay’ının işbirliğini ve yardım konusunda ortak hareket etmeyi Eylül 1941’de kabul etmiştir.

Türk Kızılay’ı, Yunanistan’a yaptığı bu ilk yardımların arkasından daha geniş yardım çalışmalarına girmiştir. Kiraladığı  “Kurtuluş” adlı gemi ile 13 Ekim 1941 tarihinde 50 ton buğday, pirinç, sağlık malzemesi ve giyim eşyasını İzmir’den Pire Limanına göndererek, bunların Yunan Halkına dağıtılması için Yunan Kızılhaç Cemiyeti’ne teslim etmiştir.  Yunanistan’a yapılan bu yardımlar 1945 yılına kadar aralıklarla devam etmiştir.

Türkiye kendi halkının da büyük sıkıntılar çektiği bu dönemde zorluklarla sağlayabildiği yardım malzemelerini, Ege Denizi ve Yunanistan’da işgalci devlet olarak bulunan Almanya ile İtalya’dan özel izin alarak Yunanlılara gönderebilmekteydi.


Öte yandan Türkiye, aynı tarihlerde Sakız, Sisam, Midilli başta olmak üzere, Yunanistan’a ait Ege adalarındaki halka da yardım göndermiştir. Yine 1942 yılında Yunanistan Hükümeti’nin önerdiği 1000 Yunan çocuğunun Türkiye’ye getirilerek bakımını üstlenmeyi kararlaştırmış, bunun için gerekli hazırlıkları yapmıştır. Bunlardan başka, Yunanistan ve adalardan savaş nedeniyle kaçıp Türkiye’ye sığınan Yunanlılara da yardım etmeyi sürdürmüştür.



KAYNAK: SİYASİ TARİH, DR. RIFAT UÇAROL

12 Mart 2014 Çarşamba

TARİHTE BUGÜN "İSTİKLAL MARŞININ KABULU"

Türk Kurtuluş Savaşı'nın başlarında, İstiklâl Harbi'nin milli bir ruh içerisinde kazanılmasını sağlamak amacıyla Milli Eğitim Bakanlığı, 1921'de bir güfte yarışması düzenlemiş, söz konusu yarışmaya toplam 724 şiir katılmıştır. Kazanan güfteye para ödülü konduğu için önce yarışmaya katılmak istemeyen Burdur milletvekili Mehmet Akif Ersoy, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'in ısrarı üzerine, Ankara'daki Taceddin Dergahı'nda yazdığı ve Türk Ordusu'na hitap ettiği şiirini yarışmaya koymuştur. Yapılan elemeler sonucu Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 12 Mart 1921 tarihli oturumunda, Mehmet Akif'in yazdığı İstiklal Marşı coşkulu alkışlarla kabul edilmiş, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver mecliste İstiklal Marşını ilk kez okuduğunda Meclis büyük bir çoşkuyla istiklal Marşını ve Mehmet Akif'i ayakta dakikalarca alkışlamıştı. Ve o muhteşem marş Türk Kurtuluş Savaşının en önemli güç ve moral kaynaklarından biri olarak Kurtuluşun ve istiklalin  müjdecisi  olmuştur.

Mehmet Âkif Ersoy İstiklâl Marşı'nı, şiirlerini topladığı Safahat'a dahil etmemiş ve İstiklâl Marşı'nın Türk Milleti'nin eseri olduğunu beyan etmiştir.

Yıllar sonra Mehmet Akife İstiklal Marşı ile bir soru sorulduğunda büyük üstadın verdiği cevap muhteşemdir :


"O şiir bir daha yazılamaz. Onu kimse yazamaz. Onu ben de yazamam. Onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Allah, bir daha bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın."

3 Mart 2014 Pazartesi

TARİHTE BUGÜN " HİLAFETİN KALDIRILMASI"

Milli mücadeleden sonra yapılacak olan barış konferansına Ankara Hükümeti ile İstanbul Hükümetinin birlikte çağırılması bardağı taşıran son damla olmuştu. Artık saltanatın kaldırılma vakti gelmişti. Zaten fiilen ortada ne bir padişah, ne de onun hükümeti vardı. Türk Halkı hakimiyetini Mustafa Kemal önderliğinde kendi eline geçirmişti.

Ve 1 Kasım 1922 tarihinde saltanat kaldırıldı. Cumhuriyet 29 Ekim 1923 günü ilan edildi.

Saltanatın kaldırılması ve son padişah/halife Vahdettin’in yurtdışına çıkması ile beraber halifelik makamına Abdülmecit Efendi getirildi.

Bu gelişmelerin sonucunda  cumhuriyet karşıtı ve muhalif milletvekilleri eski sistemin devamını adeta adım adım savunmuşlar ve hiç olmazsa hilafeti koruma gayretine girmişlerdir. Bu gayelerine ulaşmak için de  Halife Abdülmecit Efendi etrafında toplanmışlardır.

Saltanatın kaldırılması ile hukuki zeminini kaybettiği, etkinliğinin sözde kaldığı yerli ve yabancı araştırmacılar tarafından kabul edilen, bu sebeple Meclis içinde ve dışında tartışmalara konu olan Hilafetin geleceği Cumhuriyetin ilanından sonra artık tamamen halife ve taraftarlarının davranışlarına bağımlı kalmıştır.

Mustafa Kemal’de tarihi ve vicdani bir hatıra olarak nitelediği hilafet kurumunun ancak halifenin gerçek konumunun farkında olması halinde korunabileceğini belirtmişti.

Fakat halife Abdülmecit Efendi halifelik makamına geçer geçmez, saltanat dönemini andıracak, Cumhuriyet idaresine ters gelen tavırlar takınmış, TBMM adına İstanbul’da bulunan Refet Paşa ile Rauf Orbay ve Kazım Karabekir gibi dönemin kahraman ve güçlü kumandanları ile yakın münasebetlerde bulunmuş olması endişeleri de beraberinde getiriyordu.

Halife, etrafına toplananlar ile güç kazanıyor ve yapılacak olan inkılaplara karşı çıkabilecek bir güç odağı haline geliyordu. Gelişmeler Mustafa Kemal Paşa tarafından da ciddiyetle takip ediliyordu. Mustafa Kemal'in yeni Türkiye'sinde bu ve benzeri makamlara yer yoktu.

24 Kasım 1923 tarihinde ise Londradan İngiliz Kraliyet Danışmanı ve Devlet Yargıcı Emir Ali ile yine İngiliz Gizli Servisinde ajanlık yapan Ağa Han imzalı bir mektup Başbakan İsmet İnönüye bir mektup gönderilmiş ancak mektup İnönü’ye ulaşmadan İstanbul Basınında paylaşılmıştır. Mektupta halifeliğin nüfuzunun azaltılıp siyasi yapının dışında tutulmasının İslamın dağılmasına, manevi dünya gücünün fiilen kaybedilmesine yol açacağı uyarısı yapılmaktaydı. TBMM bu oyunun arkasında bir İngiliz parmağı olduğunu hissetmişti. Bu mektup yeni devletin temel ilkesi olan tam bağımsızlığı hiçe sayıyor ve yeni devlet içinde bir iktidar mücadelesinin tarafı haline gelen hilafet makamını takviye ederek mevcut karmaşanın devamını istemekten başka bir şey amaçlamıyordu.

1924 yılı bütçe görüşmelerinde Abdülmecit Efendinin bütçesini arttırmak istemesi, hala resmi devlet teşkilatının önemli bir parçası olduğuna inandığı  yönündeki tavır ve davranışları artık bu için çözülmesi gerektiği inancını ortaya çıkarıyordu.

Nihayet konu 3 Mart 1924 tarihli Meclis oturumunda tartışmaya açıldı ve aynı gün hilafetin kaldırılmasına oybirliği ile karar verilmiş ve kanun gereğince Abdülmecid Efendi ailesiyle birlikte 4 Mart 1924 günü İsviçre'ye gönderilmiştir.

3 Mart 1924 tarihli oturumda ayrıca Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış, Vakıflar, Genel Müdürlük teşkilatı ile Başbakanlığa bağlanmış, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti kaldırılarak , savaş ve barışta emir ve komutasını Cumhurbaşkanına vekaleten yürütecek Genelkurmay Başkanlığı kurulmuş ve bir diğer önemli kanun olan Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiştir.

KAYNAK

TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ, ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ 

18 Şubat 2014 Salı

YA SİZ NEREDE İDİNİZ!

Gazi Mustafa Kemal, Mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü  büyük binaları işaret ederek sormuş: 

-Bu köşk kimin? 

-Kirkor’un... 

-Ya şu koca bina? 

-Yargo’nun... 

-Ya şu? 

-Salomon’un... 

Gazi biraz sinirlenerek sormuş: 

-Onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz? Toplananların arkalarında bir köylünün sesi duyulur: 

-Biz mi nerede idik? Biz Yemen’de, Tuna boylarında, Balkanlar’da, Arnavutluk dağlarında, Kafkaslarda, Çanakkale’de, Sakarya’da savaşıyorduk paşam... 

Gazi bu anısını naklederken: 

-Hayatımda yanıt veremediğim tek insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.

KAYNAK: 
Hilmi Yücebaş; Atatürk’ün Nükteleri, Fıkraları, Hatıralar

14 Şubat 2014 Cuma

ANKARA’YI NEDEN BAŞKENT YAPTIM

Atatürk, sıcak bir günün akşamında yanında bazı kişiler ile Çankaya Köşkü’nün bahçesinde dolaşıyordu. Ben de o sıralar eski köşkün tavan dekorlarıyla meşguldüm. Tozlu ve sisli bir hava Ankara’nın üzerine çökmüştü. Yer yer toz hortumları semaya doğru yükseliyor ve manzaraya daha boğucu bir hava ekliyordu. Bize: 

-Ankara’yı hükûmet merkezi yapmakla iyi ettim mi? diye sordu. 

Tabii herkes olumlu yanıt verdi. Arkasından: 

-Neden? sorusu gelince, kimi stratejiden, kimi siyasetten bahsetti. 

Hatta birimiz kayalık güzeldir gibi bir estetik görüş de ortaya attı. 

ATATÜRK tartışmayı şu sözleriyle kesti: 

-Şimdi dalkavukluğu bırakın...Ankara’nın hükûmet merkezi olması için saydığınız nitelikleri beni ikna etmeye yetmez. Ben Ankara’yı hükûmet merkezi yapmakla büsbütün başka bir hedef güttüm.Türk’ün imkânsızı imkan hâline getiren gücünü dünyaya bir kere daha göstermek istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar, yeşil ağaçların çevirdiği villaların arasından uzanan yeşil sahalar asfaltlarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz. O kadar yakında olacak...

KAYNAK
Muzaffer Erendil; İlginç Olaylar ve Anekdotlarla Atatürk

9 Şubat 2014 Pazar

ATATÜRK'ÜN SOFRASI

Falih Rıfkı Atay anlatıyor :

Atatürk'ün gençliğinden beri bir adeti, akşamları arkadaşları ile bir masa etrafında buluşup konuşmaktı. Bu sofra alemleri içki ve sefahat için hazırlanmazdı. Atatürk eğlenmeyi sever, yaşamanın bütün zevklerini tadar, fakat sonrasında da sabahlara kadar vatan, devlet ve halk işlerini konuşurdu. Yapacaklarının çoğunu bu konuşmalarda tasarlar ve derinleştirirdi. Her söyleyeni ve söyleneni kanaatlerine uymasa da, sonuna kadar dinlerdi. Böylece memlekette dönüp dolaşan fikirlerden,dedikodulardan, şikayetlerden haberi olurdu. Sabahlara kadar yalnız dil veya sadece tarih tartışmaları ile geçen sofralar olmuştur. Ne kadar geç kalsa, herkesten önce vazifesinin başında idi. Selanikte akşam ve geceyi kendisiyle geçiren arkadaşları, kıtaya gittikleri zaman onu çalışırken bulmuşlardır. Sofra ve sohbet arkadaşlığını, resmi vazife ile hiç karıştırmazdı. Sofrasında hiç bulunmayan bakanları ve hiçbir makam yüzü görmeyen devamlı arkadaşları vardı. Atatürk daima ciddi idi. Dünya ile devlet işlerini birbirinden ayırdığı kadar, eğlencesi ve özel anları ile vazifesini birbirinden ayırmasını bilirdi....  

1 Şubat 2014 Cumartesi

MEKKE'YE ŞAPKA İLE GİDECEKSİN

Falih Rıfkı Atay anlatıyor :

Atatürk sağ iken, büyük İslam kongrelerinden birine çağırılmıştık. Kongre Mekke'de toplanacaktı. Atatürk'ün delege göndermeye razı olup olmayacağını merak ediyorduk.

Hiç tereddütsüz karar verdi. Türklüğünden kibir denecek kadar gurur duyan büyük adam, milleti ile aynı dinden olanları da gerilik ve kölelikten kurtulmuş görmek için elinden geleni yapmak istemiştir. Müslümanlık yeniden şereflendikçe nasıl bunda Türklerin manevi bir hissesi olacaksa, milyonlarca müslüman ya geri, ya köle kaldıkça bundan Türklere de bir utanç payı düşmemek ihtimali var mı idi?

Bilmiyordu ki Mekke'ye şapka ile gidilemez. Ama daha iyi biliyordu ki; başlık ve kıyafet değiştirmekle din değiştirildiğini zanneden bir cemiyet de ne gerilik ne kölelikten ayrılabilir. Milletvekillerinden Edip Servet Tör'ü çağırdı. 

"Mekke'ye gidip beni temsil edeceksin, dedi. Türksün, müslümansın. Türklük Müslümanlığın öncüsü ve kılavuzudur. Müslüman milletleri medenileşmekten alıkoyan batıl hakikatleri yıkmak için Mekke'ye şapka ile gireceksin. Kara taassup seni parçalamaya bile kalksa, başını vereceksin, fakat eğilmeyeceksin. 

Edip Servet Tor, Mekke'ye şapka ile girdi. Müslüman delegelerin içinde en itibarlısı o idi. Kongrenin sonuna kadar, Mustafa Kemal mucizesine hayranlık duyan heyetler arasında Türkiye'yi efedice temsil etti.

22 Ocak 2014 Çarşamba

MİLLİYETİNE DÜŞMAN OLANLARLA MÜCADELE

Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz:

MİLLİYETİNE, TÜRKİYE DEVLETİNE VE TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNE DÜŞMAN OLANLARLA MÜCADELE LÜZUMU...

Fertleri bu mücadele gerekleri ve vasıtalarıyla donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur. Mücadele, mücadele lazımdır...

M.K.ATATÜRK  (1922)