31 Mayıs 2013 Cuma

BÜYÜK GEÇMİŞ OLSUN :)

Atatürk yurdumuzu ziyaret etmekte olan Yugoslav Kralı Aleksandr ile İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda konuşurken, konuk Kral :
-Ekselans, dedi. Biz Türkleri çok severiz.O kadar ki, vaktiyle birinci cihan harbinin sonunda Lloyd George Batı Anadoluyu Yunanistan'a teklif etmeden önce bize teklif etmişti. Fakat biz Yugoslavlar, Türkleri çok sevdiğimiz için George'nin bu önerisini kabul edip, Anadolu seferine çıkmadık.
Atatürk, Kralın bu sözlerine karşılık şu cevabı verdi:
- Haşmetmeap, evvela bize karşı olan sevginize teşekkür ederiz. Sonra büyük geçmiş olsun.

TÜRKİYE, ABD, AB İLİŞKİLERİ VE GERÇEKLER

Türkiye-AB ilişkileri 1959 yılında Türkiye'nin -o günkü adıyla- Avrupa Ekonomik Topluluğu'na başvurusu ile başlamış, bugüne kadar 50 yıldan uzun bir süredir ucu açık ve belirsiz bir şekilde devam etmektedir.
Ne yazık ki günümüz Türkiyesi 1930'lu, 1940'lı yılların Türkiye'sinden çok daha farklı ve olumsuz bir durumdadır. Osmanlıyı dağılmaya götüren iç ve dış koşulların bir çoğu bugün de ortaya çıkmıştır.
Dönemin müttefik Almanyası, şimdiki Stratejik Ortak ABD'ye,
Dönemin Tanzimatçıları şimdiki AB'cilere,
Dönemin Duyün-u Umumiyesi şimdiki IMF'ye karşılık gelmektedir, ve aynı nihaii hedef için çalışmaktadırlar.
Nihai hedef hiç şüphesiz Cumhuriyet ile kurulan Ulus Devletin güçsüzleştirilmesi ve ulusal değerlerin ortadan kaldırılmasıdır.
2000'li yılların başında ülkemiz ekonomisi çok ciddi iki bunalım yaşamış, dönemin hükümet üyeleri ve bürokratları bu bunalımları ciddiye almamış ve AB ve IMF tarafından verilen "Ev Ödevi" niteliğindeki programlara devam etme kararsızlığı göstermişlerdir.
Bu programlar sonu gelmez bir şekilde devam etmiş, her program yeni bir programa bağlanmış, uygulamalar yayıldıkça Türkiye kapsamı geniş bir yöntem bozulmasıyla karşılaşmış ve toplumsal dinamikleri temelinden sarsılmıştır.
İçte ve dışta dile getirilen söylemler, umut yaratmaya yönelik çağrılar, Türk halkının acil çözüm bekleyen sorunlarının çözümünden ve ulusal hakların korunmasından çok uzaktı.
Yeni ve olumlu bir gelişme gibi gösterilen AB ve IMF politikaları, Türkiye için ne yeni ne de olumludur.
Türkiye 2. Dünya Savaşından beri ve giderek artan bir yoğunlukta bu tür programlara yöneltilmiştir.
AB ve ABD ayrı ayrı ya da birlikte, ama hep aynı konularda siyasi isteklerde bulunmuşlar ve bulunmaya da devam etmektedirler.
1945 den beri süren bu istek dizisi maalesef büyük ölçüde hayata geçirilmiş, eğitimden kültüre, yönetim yapısından hukuğa, politik işleyişten dış siyasete dek gerçekleştirilen bu dönüşümler bir bütün olarak değerlendirildiğinde,yapılması istenen değişikliklerin ortak paydasının Cumhuriyet ile kurulan Ulus Devlet yapısının değiştirilmesi olduğu görülecektir.
IMF, Dünya Bankası, Nato üyeliği ile başlayan, ikili anlaşmalarla süren ve AB ilişkileri ile bugüne gelen dış ilişkilerin tek yanlı işleyişiyle Türkiye ulusal bağımsızlık üzerinde yükselen ve temellerini Atatürk'ün attığı yönetim yapısından uzaklaştırılmış, gelişme ve güçlenmeye yönelik toplumsal düzen büyük ölçüde tahrip edilmiştir.
Maalesef hepimizin anlaması gereken bir gerçek olarak şunu söyleyebiliriz;
ULUSLAR ARASI İLİŞKİLERİN KURALLARINI, ÜLKELER ARASINDAKİ EŞİTLİĞİN SINIRLARINI, GÜCÜN EGEMEN OLDUĞU DENGELER BELİRLER. BU TARİHİN HER DÖNEMİNDE BÖYLE OLMUŞTUR. GÜÇLÜYLE GÜÇSÜZÜN, GELİŞMİŞLE GERİ KALMIŞIN, BÜYÜKLE KÜÇÜĞÜN, STRATEJİK ORTAKLIĞI DOĞAL VE KAÇINILMAZ OLARAK TEK YANLI İŞLER VE BU İŞLEYİŞTE BELİRLEYİCİ OLAN GÜÇLÜNÜN, GELİŞMİŞİN YA DA BÜYÜĞÜN ÇIKARLARIDIR.

KAYNAK :AVRUPA BİRLİĞİNİN NERESİNDEYİZ
METİN AYDOĞAN

YA ÜÇ AY İÇİNDE OLUR, YA DA HİÇ OLMAZ

Sene 1928, Atatürk yeni Türk Alfabesinin tespiti ile ilgili bir komisyon kurulmasını istedi. Çalışmaların sonucu olan alfabeyi Atatürk'e Falih Rıfkı getirdi. Atatürk bunları uzun uzun inceledi ve sordu:

- Yeni yazıyı uygulamak için ne düşündünüz? Falih Rıfkı cevap verdi :

- Bir on beş yıllık uzun, bir de beş yıllık kısa süreli iki öneri var.

Öneri sahiplerine göre ilk zamanlar iki yazı bir arada öğrenilecek, gazeteler yarım sütundan başlayarak yavaş yavaş yeni yazılı kısmı artıracaklardı. Resmi kurumlar ve yüksek okullar içinde benzer yöntemler düşünülmüştü. Atatürk Falih Rıfkı'ya baktı ve:

- Bu, ya üç ay içinde olur, ya da hiç olmaz, dedi.

Hayli radikal bir devrimci olan Falih Rıfkı dahi şaşırmış ve bakakalmıştı. Atatürk devam etti:

-Çocuğum, gazetelerde yarım sütun eski yazı kaldığı zaman dahi herkes bu eski yazılı parçayı okuyacaktır. İşte bu yüzden olmaz, dedi.

Ve yeni Türk alfabesi üç ay gibi kısa bir sürede Türk halkının büyük bir kısmı tarafından benimsendi ve kullanılmaya başlandı.

MUSTAFA KEMAL VE KADROSU


M.Kemal henüz Yüzbaşı. Arkadaşları ile sohbet ediyor. Önce doktor Tevfik Rüştü Beyi göstererek: ’Bu yanlış sistemi bir gün doktor vasıtası ile düzelteceğim’ der. Yakın arkadaşı Nuri Conker: "Ne!Sen mi düzelteceksin" diye karşılık verir. Bunun üzerine M.Kemal "Evet. Ben doktoru Hariciye vekili yapacağım. Bütün falsoları ona tamir ettireceğim." Nuri Conker şakaya devam eder." "Demek doktoru hariciye vekili yapacaksın, ya beni ne yapacaksın?" M.Kemal cevap verir "Seni de vali ve kumandan yaparım." Bu sırada Salih Bozok atılır: "Herhalde beni de bir şey yaparsın." "Salih seni de yaver yapacağım ve hiç yanımdan ayırmayacağım." Daha sonra kendinden kıdemli olan Fethi Okyara dönerek "Seni de Başbakan yapacağım "der. Bütün bu konuşmalardan sonra Nuri Conker yine dayanamaz ve sorar "Allahını seversen söyle sen ne olacaksın ki şimdiden bize bu görevleri veriyorsun?" M.Kemalin cevabı kısa ve nettir. Ciddi bir ses tonuyla: "Bu görevleri veren kimse işte ben de onu olacağım." Ve yıllar sonra Fethi Bey başbakan, Tevfik Rüştü Bey Hariciye vekili, Nuri Conker komutan ve Salih Bozok M.Kemalin yaveri olmuştur…
İşte büyük lider, işte büyük düşünür, işte büyük insan Atatürk. Küçük bir anektod fakat Atatürk'ün niye Atatürk olduğunu gösteren tarihi bir diyalog...

SUİKASTÇİ VE ATATÜRK


Sene 1926. İzmir’deki suikast girişiminden sonra Atatürk, kendisini öldürmeye kalkışan iki kişiden birini, sorgusu tamamlandıktan sonra yanına çağırdı.

Odada kimse yoktu. Atatürk adama sordu:

”Sen Mustafa Kemal’i öldürecekmişsin, öyle mi?”

“Evet.” “Mustafa Kemal ne yapmış ki onu öldürecektin?”

“Fena bir adammış... Memlekete çok kötülük yapmış... Sonra onu öldürmek için bize para da vereceklerdi.”

“Sen Mustafa Kemal’i tanıyor musun?”

“Hayır.””O halde tanımadığın bir adamı nasıl öldüreceksin?”

“Geçerken işaret edecekler, "Mustafa Kemal işte budur" diyeceklerdi...”

 Atatürk birden cebinden tabancasını çıkartarak adama uzattı:

”Mustafa Kemal benim!" Haydi, al tabancayı ve öldür beni!..”

Adam bu yanıtı alınca bir süre şaşkın şaşkın Ata’nın yüzüne baktıktan sonra kendini dizüstü yere atarak bağıra bağıra ağlamaya başladı...

ZABİT VE KUMANDAN İLE HASBİHAL



M.Kemal’in 1908-1918 yılları arasında, küçük broşürler halinde, ,askerlik üzerine yayımlanmış kitapları şunlardır:

1.Takımın Muharebe Talimi,General Litzman’dan tercüme

2.Cumalı Ordugahı,Süvari,Bölük,Alay,Liva Talim ve Manevraları

3.Beşinci Kolordu Erkan-ı Harbiye Tabiye ve Tatbikat Seyahati

4.Bölüğün Muharebe Talimi,General Litzman’dan tercüme

5.Zabit ve Kumandan ile Hasbihal

Zabit ve Kumandan İle Hasbihal” M.Kemal’in yazıp yayımladığı kitapların çapca en ufaklarındandır. Fakat taşıdığı mana bakımından, şüphesiz ki çok büyük değerdedir.

Kitap bir göndermeye karşılık olarak hasbihal biçiminde kaleme alınmıştır. Kurmay Binbaşı Mehmet Nuri (Conker) Bey’in 1913 yılı kışında Birinci Tümen arkadaşlarına verdiği konferansların bir araya toplanmasından oluşmuş “Zabit ve Kumandan” isimli eserine Bulgaristan’daki Türk Askeri Ataşesi Kurmay Yarbay M.Kemal’in cevabı.

Kitap 1914 Mayısında Sofya’da yazılmasına rağmen, ancak 1918’de yayımlanabilmiştir.
Şimdi bu kitabın dikkate değer bazı bölümlerini gözden geçirelim:
....................................
“Meşrutiyet devresinin , Osmanlı ordusunu ilk teşhis ettiği Edirne manevra sahasında hayalen şöyle bir dolaşalım:
Senin ve benim, ve senin ve benim gibi birçok arkadaşın kollarımızda beyaz birer band vardı.Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı.
Ne hükümler verilmişti. Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım:
Mesela; mavi kolordunun sağ kanadında hareket eden bir Tümen Komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu vaziyetin bildirilmesi rica edildi. Tümen Komutanı böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde susmuş ve pek ziyade sakin ve dilsiz duruyordu.
Biraz bekledikten sonra birinci sorgunun cevabından vazgeçilerek, Kolordu Komutanından alınan emrin manası soruldu; yine cevap yok! Sebep?
Sebep, aldığı emrin manasını anlamamıştı.
Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imza ettiği emirnamenin neden ibaret olduğunu bilmiyordu.
Sebep, çünkü görünüşe rağmen o Tümene ,o kumanda etmiyordu.
Sebep, edemezdi…
Ya böyle anlamadan verilen emri kabul eden Alay Komutanları?!.. Evet bu merakı gidermek için Tümen Komutanının yanından ayrılarak, ”Karştıran” istikametine yürüyen alaylara karıştım.
Bir Alay Komutanına , beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim.
“Şimdi”dedi.
Ceplerini karıştırdı. Ceketini iç cebinden iki buruşuk kağıt çıkardı.”İşte iki emirname”dedi.”Birini gece aldım, birini sabahleyin…Henüz ilk emrin icaplarını tamamen ifa edemediğimiz için ikinci emrin hükümlerini tatbike başlamadık…”
Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi birincisinin hükmünü geçersiz sayıyordu. Fakat Alay Komutanı hala:
“Evvela birinciyi ve sonra ikinciyi”diyordu.
Niçin?
Çünkü, Alay Komutanı numara sırası ile tatbikini düşündüğü emirlerin ne birincisi ve ne de ikincisini anlamıştı. Halbuki alayı gidiyordu. Fakat nereye ve niçin?! Bunu Alay Komutanının kendisi de bilmiyor, alayını takibeden hiç kimse de bilmiyordu?
Bu gidiş elbette felakete, hacalete doğru bir gidişti…”
.............................................
“Genç Teğmen sanatının asıl ruhunu, katıldığı bölüğün fertleri önünde, bölüğün babası olan Yüzbaşısından ve daha büyük amirleri tarafından, iş üzerinde bulunaraktan öğrenecektir. Önce komutan olacaktır; bir takıma!..Ve sonra komutan olamaya hazırlanacaktır; bir bölüğe…Ve işte böyle öğrenecektir ve sonra öğretecektir…”
..............................................
“Büyük ve küçük her birliğin içinde her subay ve her astsubay ve hatta her er, hareketinin suretine dair amirinden hiçbir emir ve hiçbir fikir almadığı haller karşısında kalır. İşte bu sebepledir ki, gerek komutanların ve gerekse erlerin bizzat düşüncelerini işleterek kendiliklerinden iş görebilecek meziyette yetiştirilmiş olduklarına kanaat edilmeden, bir askeri kıtanın ,bir ordunun güvenilir ve dayanılır bir kuvvet olarak tanınması gaflettir, dalalettir.
Bir kuvveti meydana getiren insanlar umumi hayatları, fikirleri, hareket serbestlikleri ezilmemiş, gürbüz, neşeli erlerden ve subaylardan mürekkep olursa; böyle bir askeri kıtada biraz düşünce işleterek, kendiliğnden iş görme hassası pek ziyade ortaya çıkar…
İnisiyatifin, haddini bilmeme mertebesine varıldığı bir orduda, herkes kendi başına buyruk olur. Amir, maiyet yok; onun için itaat ve inzibat dahi kurulamaz.”

19 MAYIS 1919 SAMSUN'A ÇIKIŞ

30 Ekim 1918 de Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış, bütün silah ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk'ün ana yurdu, Anadolu'da galip devletler tarafından paylaşılıyordu.

Padişah ve İstanbul Hükümeti düşmanlara alet olmuş, aciz ve şaşkın bir şekilde sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakla meşgul oluyorlardı.

Anadolu'nun her şehrinde yabancı subaylar dolaşıyor, İtilaf Devletleri temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı.

Ve nihayetinde 15 Mayıs 1919 da İzmir Yunanlılar tarafından işgal edildi.

Olayların bu şekilde gelişeceğini önceden sezinleyen Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesinden 5 gün sonra Sadrazam İzzet Paşa'ya ilk uyarı telgrafını çekti. "Ciddi olarak arz ederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz. Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır."

Fakat acıdır ki Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bu haklı itirazlar etkisiz kaldı ve ordu süratle terhis edildi. Çünkü genel kanaat İtilaf Devletlerine karşı herhangi bir mücadeleye girilemeyeceği ve böyle bir mücadele olur ise bu mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi.

Diğer taraftan düşmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer milli teşkilatlar oluşturuluyor ancak bu teşkilatlar ayrı ayrı çalışmaları sebebiyle etkili olamıyor, bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösterilemiyordu.

Bu durum karşısında ciddi ve gerçek tek karar; milli egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız bir Türk Devleti kurmak idi. Bu düşüncesini pekiştiren Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişliği unvanı ile Anadolu'ya geçme ve milli mücadeleyi başlatma fırsatı bulmuştu.

16 Mayıs 1919 günü kendisine inanan bir avuç insan ile Samsun'a yola çıktı ve 19 Mayıs 1919 da Samsun'a ayak bastı.

İşte bu sıralar Mustafa Kemal'e dediler ki:

- Nasıl mümkün olur, ordu yok! Mustafa Kemal hemen cevap verir :

-Yapılır.

-İyi ama bunu için para lazım o da yok! derler. Mustafa Kemal :

- Bulunur, der

-Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük, hem de çok! derler. Mustafa Kemal :

- Olsun, yenilir, der.

İşte bu inanç ve azim sayesinde, kahraman Türk Milletini arkasına alan Mustafa Kemal milli mücadeleyi başlatır ve ülke kurtulur...

19 Mayıs bu kutlu mücadelenin başladığı ve bağımsızlık ateşinin yandığı gündür.

Her şeye rağmen çoşkuyla ve heyecanla kutlamalıyız bu kutlu günü, ve anmalıyız büyük kurtarıcımız Mustafa Kemal'i

Hepinizin 19 Mayıs Atatürk'ü Anma ve Gençlik Spor Bayramınız kutlu olsun.

Daha aydınlık, daha huzurlu günlere...

KADİR OĞLU MEHMET ÇAVUŞ'UN KOMUTANINA YAZDIĞI MEKTUP


 KADİR OĞLU MEHMET ÇAVUŞ’UN HASTANEDEN
CEPHEDEKİ KOMUTANINA YAZDIĞI MEKTUP
(1915)
1 NCİ KOLORDU, 1 NCİ TÜMEN, 7 NCİ ALAY, 3 NCÜ TABUR, 1 NCİ BÖLÜK ÇAVUŞU, ÇİVRİL KAZASININ MADENLER KÖYÜNDEN KADİR OĞLU MEHMET

CONKBAYIRI VE SEDDÜLBAHİR MUHAREBELERİNDE HERKESE ŞAYAN BÜYÜK KAHRAMANLIKLAR GÖSTEREREK DÜŞMAN TARAFINDAN ATILAN BOMBALARI PATLAMADAN YİNE DÜŞMANA ATMAK SURETİYLE CESARET VE ŞECAAT HARİKALARI YARATMIŞ VE NİHAYET, YİNE BÖYLE BİR BOMBAYI ALARAK DÜŞMANA HAVALE EDECEĞİ SIRADA HER NASILSA BİRDEN BİRE İNFİLAK EDEN BOMBADAN SAĞ EL BİLEĞİNİ KAYBETMİŞTİR.

HASTANEDEN TABUR KOMUTANINA GÖNDERDİĞİ MEKTUPTA:

MUHTEREM KOMUTANIM,
SAĞ KOLUMU KAYBETTİM, ZARARI YOK, SOL KOLUM VAR. ONUNLADA PEKÂLÂ İŞ GÖREBİLİRİM. BENİ ÜZEN ŞEY; YARAMIN KAPANMAMASINDAN DOLAYI KIT’AMA KATILAMAMAM VE DÜŞMANLA ÇARPIŞAMAMAK. HASTANEDEN KURTULARAK HALEN HARBE İŞTİRAK EDEMEDİĞİM İÇİN, BENİ MAZUR GÖRÜNÜZ, AFFEDİNİZ, MUHTEREM KOMUTANIM

ÇANAKKALE DESTANI


“Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre yani ölüm muhakkak birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına düşüyor. İkincidekiler onların yerine giriyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor; üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir duraksama bile göstermiyor, sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde kuranı kerim, cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelimeyi şahadet getirerek yürüyorlar."

Mustafa Kemal’ in bu sözleri bile Çanakkale de yazılan destanı anlatmaya yeter. Ancak 3000 kişilik düşman kuvvetini takımı ile durduran Yahya Çavuşu, iki yüz on beş okkalık ( 275 Kg ) top mermisini kucaklayıp omzuna alan Seyit onbaşı, tüfeğinin mekanizmasının işlememesi üzerine taşla düşmana saldıran Mehmet Çavuşu, son erine kadar şehit olan 57 nci Alayı, düşman zırhlılarını boğazın serin suyuna gömen Nusret Mayın gemisini nasıl unutabiliriz.

Çanakkale destanı Yahya Çavuş, Seyit Onbaşının destanıdır. Çanakkale destanı Mehmetçiğin destanıdır. Çanakkale destanı Mustafa Kemal’ in destanıdır. Çanakkale destanı Türkün Destanıdır.

Birinci dünya savaşının başlamasının üzerinden bir yıl geçmeden İngiliz ve Fransızlar, Almanya’ nın yanında savaşa katılan Osmanlı Devletini etkisiz hale getirmek ve müttefikleri Rusya ile bağlantı kurabilmek için İstanbul’ u ele geçirmeye karar verdiler. Hazırlamış oldukları birleşik donanma ile Çanakkale Boğazını ele geçirmek üzere 18 MART 1915 tarihinde harekete geçtiler. Müttefiklerin muhteşem savaş gemileri ile sayıca yetersiz Türk bataryaları arasında benzeri görülmeyen bir savaş başladı. Büyük kayıplar veren ve deniz yoluyla boğazını geçemeyeceğini anlayan Birleşik Donanma geri çekilmek zorunda kaldı.

Onbaşı Seyit’ in 215 okkalık mermisi, Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey komutasındaki Nusret Mayın gemisinin döktüğü mayınlar, Mehmetçiğin ve komutanlarımızın inanç ve azmi sayesinde kazanıldı Çanakkale Deniz Muharebeleri.

Bakınız dönemin İngiliz Donanma Bakanı Winston Churchill bu konuda ne diyor : “ ne batı cephesindeki Alman topu, zehirli gazı nede onların dâhiyane planları bize o kadar tesir etmedi. Nispetine göre en etkili şey neydi bilirmisiniz. Türklerin Çanakkale boğazına attıkları ve demir bir tel üzerinde sallanan 20 adet mayın. Bu bize yüz binlere mal oldu. ”

Çanakkale’yi denizden geçemeyeceğini anlayan İngiliz ve Fransızlar, büyük bir yanılgıya daha düşerek, kara ve deniz kuvvetlerini birlikte kullanarak, şanslarını bir kez daha denemeye karar verdiler.

25 NİSAN 1915 sabahı, sekiz buçuk ay sürecek olan kara muharebesi başladı.

Türk boğazlarını korumakla görevli Ordu Komutanı Alman Mareşal Liman Van Sanders düşmanı, asıl kuvvetiyle kuzeyde, Saroz körfezinde beklemiş ve tertiplenmesini de ona göre yapmıştı. Oysa düşman Kolordu komutanı Esat Paşa’ nın ve 19 uncu Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal’ in tahmin ettiği yerden, yarım adanın güneyinden, Seddülbahir, Arı burnu bölgesinden çıkarma yapmaya başladı.

Mustafa Kemal çıkarmanın başladığını fark edince, kendi bölgesi olmamasına rağmen, inisiyatifini kullanarak, emrindeki ünlü 57 nci alayı koca çimen tepeye ardından Conkbayırı bölgesine sevk etti. Yetişen 19’ncu Tümenin diğer birliklerini de hücuma geçirdi ve Anzak ordusunu durdurdu, kıyıya kadar püskürttü. Böylece Çanakkale savunmasının temeli atılmış oldu ve siper savaşları dönemi başladı.

Yazar Alan Moorhead’ in olayla ilgili olarak neler yazdığına bir bakalım; “ İttifak devletleri adına harekâtın en kötü rastlantılarından biri bu deha sahibi küçük rütbeli Türk komutanın tam o anda o noktada bulunmasıydı. Çünkü aksi takdirde Anzaklar pekâlâ o sabah Conkbayır’ını ele geçirebilirler ve savaşın kaderi orada o anda belli olurdu. Oysa Mustafa Kemal o gün tam bir çılgınlıkla savaştı. Bir önsezi, talihinin doğmakta olduğunu ona hissettirmiş olmalıdır. Ya burada ölüp gidecek ya da kendisini gösterecekti. Devamlı olarak en ön siperlerde çarpışmaktaydı. Topları mevziiye sokarken erlerine yardım ediyor, mermiler arasından kalkıp, düşmanı kolluyor, askerlerini en ufak bir kurtuluşumudu olmayan hücumlara kaldırıyordu. “

Türk askerleri aynı özveriyi ve savaş yeteneğini diğer bölgelerde gösterdiler ve Gelibolu yarımadasında karşılıklı yüz binlerce asker aylar boyunca savaştı.Müttefiklerin taarruzları sonuç vermedi.

Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı olan Hamilton 6 Ağustos günü Conkbayırı bölgesini ele geçirmek için büyük bir kuvvetle taarruz etmeye karar verdi. Taarruz neticesinde Conkbayırı düşman eline geçti. Türk komuta kademesi, hayati öneme sahip Conkbayırı’ nın ele geçirilmesi üzerine, darmadağın olmuş, tam bir şaşkınlık içindeydi. Ordu komutanı Liman Van Sanders Kurmay başkanı vasıtasıyla Albaylığa terfi etmiş olan Mustafa Kemal’ i aradı ve görüşünü sordu. Mustafa Kemal tereddütsüz yanıtladı.

“ Tek çare. Bütün birlikleri benim emrime vermenizdir. “

Karşıdan “Çok gelmez mi? “ diye sordular.

Mustafa Kemal “ az gelir “ diye yanıtladı.

Ve o gün Anafartalar Cephe komutanlığına atandı.

Ve Conkbayırı geri kazanıldı.

Çarpışmalar aylar boyunca devam etti. Müttefikler bir neticeye varamayacaklarını ve Çanakkale’yi geçemeyeceklerini anlayınca 1915’in Aralık ayında gizlice çekip gittiler.

Birinci Dünya Savaşının en kanlı muharebelerinden olan Çanakkale Muharebelerinde savaşan taraflar zaman zaman insan olduklarını hatırladılar. Zaman zaman siperler arasında alışverişler bile yapıldı. Türk askeri müttefik askerlerine sigara, onlarda Mehmetçiğe konserve attılar.

Saka eri Hüseyin’in başına gelenler ise Türk askerinin mertliği kadar uyanıklığını gözler önüne seriyor.
“Ben siperdeki arkadaşlara su taşımakla görevliydim. O akşam yine katıra suları yükleyip yola koyulmuştum. Ama gözlerim tavukkarası olduğundan yolu kaybettim. Düşmanın eline düştüm. Süngü sırtıma dayanınca aklıma bir kurnazlık geldi. Katırın sırtındaki fıçıları gösterip, ‘Kumandan’ diye işaret ettim. Bunları bizim kumandanın, onların yaralılarına hediye olarak gönderdiğini anlattım, Türkçe olarak. Anladılar, özür dilediler benden. Sabaha kadar yanlarında kaldım. Bana konserve, çikolata, bisküvi ve sarma tütün verdiler. Sabah Türk siperine dönünce anlattıklarıma kimse inanmadı. Ama hediyeleri çıkarınca anladılar.’Kardaşlar’ dedim, ‘suyu düşmana kaptırdım ama eli boş da gelmedim.’

Ayrıca bu savaşta Albay Mustafa Kemal’in göğsüne bir şarapnel isabet etmiş, göğsündeki altın saat onu kurtarmış ve tanrı onu Türk milletine bağışlamıştır. O gün göğsündeki altın saat tarafından kurtulan Mustafa Kemal gün gelecek Türk yurdunu, Türk milletini kurtaracaktır.

Çanakkale savaşı, Mustafa Kemal’in gelecekteki hayatı açısından en önemli dönüm noktalarından biri olmuştur. Gerek imparatorluk içinde gerekse dışında ilk yaygın üne, bu savaşta elde ettiği başarı sayesinde erişmiştir. Anadolu’ya geçtikten sonra, halktan gördüğü destekte “Anafartalar kahramanı” olmasının payı çok büyüktür.

Mehmetçiğin adını tarihe altın harflerle yazdırdığı savaşta her iki taraf da yaklaşık olarak iki yüz ellişer bin zayiat vermişlerdir.

Ayrıca bu savaş ile 1. Dünya Savaşının seyri değişmiş, savaş en az iki yıl daha uzamıştır. Müttefikler Ruslarla buluşamamış, Çarlık yıkılmış ve Rusya yeni bir rejime kavuşmuştur. İngiliz Donanma Bakanı Winston Churchill 2. Dünya savaşına kadar siyasetten uzaklaşmıştır.

İngilizler bu mağlubiyeti unutamamışlar ve Dünya Savaş’ı “18 Mart’ın” anısına Osmanlılarla mütarekeyi Çanakkale’yi geçemeyen Agemennon zırhlısında imzalanmıştır.

Müttefik askerleri çekilirken geride sadece üzerinde “Türk, bunlar zehirli değildir, afiyetle ye” yazılı konserve kutuları bırakmışlardır.

Bakınız M. Kemal yıllar sonra müttefik askerleri için ne diyor:
“ Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar!
Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan, evlatlarını harbe gönderen analar!
Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar bu toprakta canlarını verdikten sonra artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”

ŞİRİN SAKALLI ATATÜRK


Salih Bozok anlatıyor: Birgün, Çankaya civarında bir köylü evine gitmiştik. Girdiğimiz kulübede, ihtiyar bir köylü ile karısı oturuyordu. Bize ikram ettikleri kahveleri içerken Atatürk, köylü ile konuşmamı söyledi. Ben bu emre itaat için aksakallı köylüye ilk aklıma gelen suali sordum: "Sen Gazi'yi tanır mısın baba?" İhtiyar beni, saçma bir sual görmüşüm gibi alaycı bir şekilde süzdü: "Gazi'yi tanımayan var mı ki?" dedi ve ilave etti: "Ben görmedim ama her hafta Hacı Bayram Veli Camii'nde Cuma Namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nur yüzlü, Peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış!..." Gülmemi güç tutarak, Atatürk'ün sakalsız ve genç yüzüne baktım. O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve: "Varsın, o da öyle bilsin. Hakikati öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürtüp de sevgisini kaybetmekte ne mana var?..."

TÜRKÇEMİZİ KORUYALIM


“Milliyetin çok belirgin vasıflarından biri dildir. Türk Milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.”

Dilin milliyetle olan ilişkisini yüce önder Atatürk o kadar güzel belirtmiş ki; söylenecek daha fazla söz yok.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti üniter bir devlettir. Üniter bir devlet tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet ve tek dil esasına dayanır.

Osmanlı döneminin dil hastalığı İstanbul Türkçesi olarak konuşma dili, Osmanlı lisanı olarak yazma dilinin yarattığı dildeki çeşitlilikti. Ayrıca Arap alfabesinin Türk diline uymaması da başlı başına bir sorundu.

İstanbul halkının ve özellikle İstanbul hanımlarının konuştukları dili yazarak ortaya çıkarılacak yeni bir dilin, ortak bir dilin gereksinimini Türkçü yazar Ziya Gökalp fark etmiş ve bu konuda çalışmalar yapmıştır.

Cumhuriyetin ilanı, 1929’da yeni harflerin kabulü, Türk Dil Kurumunun 1932’de kurulması ile dildeki bu sorunlar çözülmüş ve Yeni Türkçe veya Güzel Türkçe adı verilen ortak bir dil oluşturularak Türk Dili hastalığından kurtulmuştur.

Günümüzde ise Türk Dili başka bir hastalığa yakalandı: Türkçe karşılığı olduğu halde, yabancı kelimeleri ısrarla dilimize sokma çabaları. Her kesimden, her meslek grubundan birtakım insanlar bu kelimeleri kullanarak, dili güzelleştirdiklerini sanıyorlar veya entelektüel bir görünüm çizmeye çalışıyorlar.

Bakınız ulu önder Atatürk Türk dili hakkında ne diyor:

“Türk milletinin dili Türkçedir. Türk Dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk Dili Türk Milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk Milleti geçirdiği felaketler içinde ahlakını, ananelerini, hatıralarını,menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk Dili, Türk Milletinin kalbidir, zihnidir.”

O halde bütün buısrarlar neden? ”Özel” kelimesi dururken ”spesifik” demenin ne anlamı var? ”Yasal” yerine “legal” , ”uzman” yerine “eksper” demenin gereği ne? Bunlar ve bunlara benzer birçok sözcük… ( dejenerasyon/yozlaşma, global/küresel, leasing/kiralama, hardware/donanım, handikap/engel, ice-tea/buzlu çay, formal/resmi…)

Bir taraftan yabancı kelimelere karşılık bulmaya çalışan TDK, diğer taraftan dilimize yabancı sözcükler, kalıplar sokmaya çalışan insanlar.

Bir yanlış anlaşılma olmasın. Edebiyat kelimesi de Arapça kökenli bir kelimedir. Ancak Türk halkının bildiği ve tanıdığı her kelime millidir, Türkçeleşmiştir. Dilin canlı bir varlık olduğunu bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Halkımız“computer”yerine “bilgisayar”kelimesini benimsediği halde,”faks”yerine“belgegeçer”kelimesini bir türlü kabul etmemiştir.Faks kelimesini de bu nedenle Türkçe bir kelime olarak kabul edebiliriz.Çünkü karşılığı yoktur, olsa bile halk tarafından kabul edilmemiştir.

Üzerinde durduğumuz, daha önce de belirttiğimiz gibi, halkın bildiği, tanıdığı kelimeler yerine, sadece bir kesimin bildiği, Türkçe karşılıkları bulunan yabancı kelimelerin kullanımıdır.

Bu hastalık belki de, bir çeşit özenti olarak değerlendirilebilir. Bir an evvel bu hastalıktan kurtulmak, zengin Türkçemizi, güzel Türkçemizi korumak zorundayız. Millet olabilmenin en önemli koşullarından biri şüphesiz dildir. Bun hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız.

Eğitimcilerimiz, eğitim kurumlarımız, üst yöneticilerimiz, özellikle basın yayın kuruluşlarımız bu konuda daha dikkatli olmak zorundadır.


Tüm insanlarımızı duyarlı bir toplum oluşturmaya davet ediyorum.

ATATÜRK'ÜN JAPONYA'DA YAPTIRDIĞI CAMİ


Rusya'da meydana gelen Bolşevik İhtilalinden (1917) sonra, Rusya'yı terk eden Türkler (Kazan Tatarları) Japonya'ya yerleşmiş, müslüman nüfusun gittikçe artmasıyla beraber, Japonya'ya bir cami yapılması söz konusu olmuştu.
Dönemin Türkiye'de bulunan Japonya elçisi Yamada Torijori 1931 yılında Atatürk'ü ziyareti esnasında Atatürk'e Japonya'ya bir cami yapılmasını teklif etmiş, Atatürk'ün Harp Akademisinde öğrenci subayken Japonca derslerine de giren Yamada'ya Atatürk:
-Beyefendi, bu çok güzel bir teklif, ancak borç harç içindeyiz, bunca borcumuz varken Japonya'ya bir cami?... ama bu teklif gerçekten güzel, yapalım, Tokyo'ya bir cami yapalım, ben yaptırıyorum, demiş.
1932'de Yamada ölmüş, fakat Atatürk, bu eski hocasına verdiği sözü unutmamış ve 1938 yılında tamamlanan camiye büyük katkıda bulunmuştur.
Buna benzer bir hikayede Fransa'da yaşanmış, 1919-1938 yılları arasında yapılan Paris Camisine Atatürk her yıl 10'ar bin frank yardımda bulunmuştur.
Sözü Sunay Akın'ın anlatımıyla bitirelim " Bu gezegenin en doğusunda sabah ezanının ilk okunduğu camiyi M. Kemal yaptırmıştır."

ATATÜRK'ÜN DİN ANLAYIŞI


Bir kimsenin dini duyguları ve dini kültürü ile içinde doğup, büyüdüğü terbiyesini aldığı aile muhiti ve okul arasında çok sıkı bir alaka vardır. Bu noktadan hareketle Atatürk’ün hayatına baktığımızda son derece önemli bir manzara ile karşılaşırız.

Bir kere o,devrinin din kültürüne oldukça üst seviyede sahip Müslüman bir ana-babadan dünyaya gelmiş birisidir ve ilk dini bilgilerini de onlardan, özellikle annesinden almış ve onun tarafından yetiştirilmiştir. Annesi Zübeyde Hanım onu geleneklere uygun olarak ilahilerle mahalle mektebine başlatmıştır. İlköğrenim gördüğü Şemsi Efendi Okulu ve daha sonra devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi, devrinin şartları içinde ciddi dini bilgiler veren öğretim kuruluşlarıydı. Hatta daha sonra girdiği Selanik Askeri Rüştiyesi de, Manastır Askeri İdadisi de programlarında aynı ciddiyet ve seviyede din kültürü veren müesseselerdi. Esasen Atatürk’ün din kültürünün seviyesini görmek ve göstermek için onun bu saha ile ilgili olarak tetkik ettiği Caetoni’nin “İslam Tarihi”,Corci Zeydan’ın “Medeniyet-I İslam Tarihi”gibi bugün ancak bu sahanın uzmanlarınca takip olunabilen eserleri söylemek bile kâfidir. Daha sonra liseler için yazdırdığı tarih kitaplarının “İslam Tarihi”bölümlerini bizzat kendisi kaleme almıştır. Ayrıca Atatürk’ün Kuran-ı Kerim’i tercüme ve tefsir edebilecek ölçüde Arapça bilgisine sahip olduğu da bilinmektedir.

M.Kemal milli kurtuluş hareketini başlatmak üzere Samsun’a çıkacağı günün gecesi anne ve kız kardeşlerinin hayır dualarını alarak yola çıkmıştır.

Onun Kocatepe’de halini anlatan yaveri Muzaffer Kılıç”28 Ağustos’ta Kocatepe’de bizim topçu ateşimiz başladığı zaman M.Kemal’Ya Rabbi! Sen Türk Ordusunu muzaffer et… Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme.’dedi. O anda gözlerinden birkaç damla yaşın süzüldüğünü gördüm.”der.

Hafızı Yaşar Okur ise Atatük’ün dine bakışını şöyle anlatıyor:”15 yıl yanlarında bulunmanın bana verdiği hak ve salahiyetle diyebilirim ki Atatürk, dine karşı hiçbir zaman kayıtsız kalmamış,yalnız dini istismar edenleri cephe almıştır… Ramazanları Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşküne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kuran-ı Kerim’den bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu ile dinlerlerdi. Ruhen çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.”

Çanakkale şehitlerimiz için Atatürk her yıl muntazam olarak okutturulan mevlit geleneği, onun dini gelenekler konusundaki hassasiyetini bir kez daha ortaya çıkarmaktadır.

M.Kemal Atatürk 07,11.1923 tarihinde öğle namazını büyük bir cemaatle Balıkesir Camii’nde kılmış, namazda ve şehitlerin ruhuna bağışlanmak üzere okunan mevlitten sonra minbere çıkarak şu hutbeyi okumuşlardır:

“Millet! Tanrı birdir, şanı büyüktür. Tanrı’nın selameti, karşılıksız sevgisi ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Tanrı tarafından insanlara gerçekleri bildirmekle görevlendirilmişçe elçi olmuştur… İnsanlara doğruluğun özünü vermiş olan dinimiz; akla, mantığa, gerçeklere bütünüyle uyar ve uygun düşer. Eğer akla, mantığa ve gerçeklere uygun düşmemiş olsaydı, bununla diğer tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü bütün mevcut kanunları yapan Tanrı’dır…”

Aynı zamanda Atatürk”Her kişi dinini, din işlerini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.”diyerek din eğitiminin okullarda belirli bir program çerçevesinde yapılmasını işaret etmiş, bilgisiz kişileri vereceği yanlış telkinlerin zararlarını belirterek demiştir ki:”Bizi yanlış yola sevk eden kötü yaradılışlar, bilirsiniz ki, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep dini kural sözleriyle aldatmışlardır. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz… Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden kötülükler, hep din perdesi arkasındaki dinsizlik ve kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar.”

Kaynak:”Atatürk ve Din”Prof.Dr.E.Ruhi FIĞLALI,Atatürkçü Düşünce El Kitabı

YÜZBAŞI ALİ SAİP'İN İŞGAL KUVVETLERİ KOMUTANINA MEKTUBU


FRANSIZ İŞGAL KUVVETLERİ KOMUTANLIĞINA

Yüzyıllardan beri özgür ve egemen yaşamış bir millet istila ve esirliği kabul edemez. Wilson ilkelerine ve antlaşma hükümlerine aykırı olarak artan gaddarca ve zalimce istilaya karşı kutsal haklarımızın korunmasına fiilen karar vermiş bulunuyoruz.

Urfa'daki misafirliğinize daha fazla izin vermemiz mümkün değildir. Yapılan antlaşmaya aykırı işgalinizi şiddetle reddeder, 24 saat içinde Urfa'yı terk edip boşaltmadığınız takdirde kesin harekete girişileceği ve dökülecek kanların sorumluluğunun size ait olacağını bildiririz. Hristiyan yurttaşlarımızın her türlü hakları korunacaktır. Urfa'yı boşaltmaya muvafakat ettiğiniz takdirde sınırlarımızın dışına kadar serbestçe gidebileceğinize güvence veririz.

07 ŞUBAT 1920
URFA VE HAVALİSİ KUVAY-YI MİLLİYE KOMUTANI
ALİ SAİP

ATATÜRK VE EN BÜYÜK TUTKUSU KİTAPLAR


Atatürk'ü Atatürk yapan en büyük özelliği, hiç şüphesiz, bitmek tükenmek bilmeyen kitap okuma sevdasıdır. Yapılan araştırmalar ve incelemeler neticesinde Büyük Atatürk'ün okuduğu ve üzerinde çalıştığı kitap sayısının yaklaşık 4000 adet olduğu tespit edilmiştir. Bu rakamı değerlendirirken ömrünün büyük bölümünün savaşlarda geçtiğini ve çok genç yaşta aramızdan ayrıldığını da hesaba katmalıyız. Bu da şöyle bir sonuç çıkarıyor : Günde bir kitap okuyan bir kişi, hiç ara vermeden her gün okumaya devam ederse yaklaşık 11-12 yılda bu sayıya ulaşabiliyor. 12 yıl boyunca her gün 1 kitap okumalısınız ki bu muhteşem sayıya yetişebilesiniz.

Mustafa Kemal daha küçük yaşlarda, öğrencilik dönemlerinde okumaya merak salmış, bu alışkanlığı artarak bir sevdaya, tutkuya dönüşmüş ve muharebe meydanlarında ateş hattında dövüşürken bile, fırsat bulduğunda mutlaka kitaplarıyla vakit geçirmiştir. Kurtuluş Savaşının en hareketli günlerinde Reşat Nuri'nin yeni çıkan kitabı Çalıkuşu'nu okuduğunu hepimiz biliyoruz.

Boşuna söylemiyoruz Mustafa Kemal durup dururken Atatürk olmadı diye. Onu Atatürk yapan o kadar çok şey var ki, bu alışkanlığı da onlardan sadece biri. Tarih sahnesinde, başka bir lider, komutan düşünebiliyor musunuz; cephede ateş hattında istirahatlerini kitap okuyarak geçiren ? Kitap okuyarak savaşan, cephede ateş hattında dövüşen...

ATATÜRK'ÜN SOYU VE AİLESİ


M.Kemal’in hem baba, hem de anne tarafından soyu Rumeli’nin Türkleştirilmesi için Anadolu’dan göçürülerek, iskan edilen “Yörük” veya “Türkmenlerden" gelmektedir. "Yörük” sözü “yürümek” fiilinden yapılma, Anadolu’ya gelip yurt tutan göçebe Oğuz boylarını ifade eden bir kelimedir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün baba soyu Aydın Söke’den gelerek Manastır vilayetine yerleştiler. Ali Rıza Efendi Manastır vilayetinin Debre-I Bala sancağına bağlı Kocacık’ta dünyaya gelmiştir. Aile sonradan Selanik’e giderek yerleşmiştir. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşinin taşıdığı “kızıl” lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan Kocacık’ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal’in baba soyu, Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan “Kızıl-Oğuz” yahut “Kocacık Yörüklerinden, Türkmenleri”nden gelmektedir.

M.Kemal’in anne tarafından dedesi ise Vodina sancağına bağlı “Sarıgöl” de denilen “Kayalar”dan göçerek“Lankaza”ya yerleşen Sofuzade Feyzullah Ağa’dır. Yerleştikler Sarıgöl bölgesi, Sofular lakabı ve ailedeki hatıraların gösterdiği üzere, Atatük’ün anne soyu Konya Karaman’dan Rumeli’ye gelen ve bundan sonra “Konyarlar” şeklinde, Rumeli’deki diğer yörük gruplarından farklı olarak bu adla anılan yörüklerdendir.

1839 doğumlu Ali Rıza Efendi,1857 doğumlu Zübeyde Hanım ile 1870 veya 1871’de evlendi. Altı çocukları oldu.

Fatma(1871/1872-1875)
Ahmet(1874-1883)
Ömer(1875-1883)
Mustafa(1881-1938)
Makbule(1885-1956)
Naciye(1889-1901)

Kardeşlerinden Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz yaşlarında, o senelerde Rumeli’yi kasıp kavuran kuşpalazı (difteri) hastalığından çocuk yaşlarında öldüler. En küçükleri Naciye oniki yaşında hayata gözlerini yumdu.

Atatürk, Selanik Askeri Rüştüyesi’nden itibaren hayatı boyunca dostlukları ve arkadaşlıkları devam eden Fuat Bulca’ya bir gün şöyle demiştir: ”Kardeşlerim arasında en sevdiğim Naciye idi. Çocuk yaşının üstünde hisli, duygulu, öğrenmeye meraklıydı. Ben Harbiye’ye giderken kitaplarımı istemişti. Annemden onu okutmasını istemiştim. Ne ablam Fatma’yı, ne ağabeylerim Ahmet ve Ömer’İ hatırlayamıyorum. Son ikisi aynıyıl,1883’de ben iki yaşındayken ölmüşler. Naciye, annem gibi sarışın, mavi gözlü, duru beyaz tenli idi. Tipik bir yörük kızıydı. Makbule’ye hiç benzemezdi.”



KAYNAK: Bir Dahinin Hayatı, Atatürk’ün Soyu, Ailesi ve Öğrenimi Yrd. Doç.Dr. Ali Güler